25 Eylül 2013 Çarşamba

Yazdan notlar



Yazın getirdiği tembellik nedeniyle blogumu epey bir ihmal ettim. Hakkında yazmak isteyip de yazmadığım şeylerin hepsini kısa kısa notlar halinde vermek istiyorum.

  • İBB Şehir Tiyatrolarının her yıl düzenlediği Müzikal Geceler etkinliğinde Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım adlı yeni oyunu seyrettik. Oyun bize biraz hayal kırıklığı yaşattı, ama güzel tarafları da yok değildi. Müzikal geceler zaten her türlü keyifli geçer, yine öyle oldu.
  • Yaz aylarında kışın olduğu kadar film izlemeye vakit ayırmasam da Adam (2009) ve Angels Share (2012) keyif alarak izlediğim yapımlar oldu. İzlemenizi tavsiye ederim.
  • Efsane dizi Friends'i izlemeye başladım. İlk üç sezonu hemencik bitti. Sezonlar ilerledikçe daha bir kendine bağlıyor. Daha önümde yedi sezon var ama şimdiden biterse korkuları sardı beni.
  • Nobel Edebiyat Ödüllü yazar William Golding'in Sineklerin Tanrısı kitabını okudum. İyi ile kötünün savaşını, bir mercan adasında mahsur kalmış bir grup çocuk üzerinden simgelerle anlatan bu romandan gerçekten çok etkilendim. Mutlaka okunması gereken kitaplardan olduğunu düşünüyorum.
  • Bozcaada tatilimde üniversiteden arkadaşım Bozcaadalı şair Gülşah Ataol, ilk şiir kitabı Karanlık ve Sessizlik evrende ilk aşk'ı bana hediye etti. Gülşah'ın güzel şiirlerini ileride blogda mutlaka paylaşacağım.
  • Hala yaz bitmesin, gezelim, tatil yapalım modumdan çıkamadığım için dün Atlas Tatil Gezme Sanatı Dergisi Yaz 2013 sayısını aldım. Dergide harika gezi fikirleri ve bir de Türkiye karayolları haritası var. Gelecek yazın rotalarını şimdiden belirliyorum.

7 Mayıs 2013 Salı

Muz Sesleri - Ece Temelkuran

Bu yıl yarım bıraktığım kitapları bitirme konusunda çok ciddi hedeflerim var. Ne zamandır kitaplığımda duran Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını okuyarak yarım bırakılmış kitaplarımın en babasını okumuş oldum, ama blogda onu anlatacak değilim. Çünkü okuyanlar bilirler ki, Tutunamayanları herkes sadece kendine saklamak ister. Ben de öyleyim işte.


Bende yarım bırakılmış kitap çok. Ece Temelkuran'ın 2010 yılında yayınlanan ilk romanı Muz Sesleri'ni kitapçılara gelir gelmez almıştım. Ancak bu çok sayıda karakterin hikayesini anlatan karmaşık Ortadoğu romanını o zaman okuyamamıştım. Yakın zamanda izlediğim  Caramel , Where do we go know? ve Incendies filmleri Lübnan'a olan ilgimi ve bilgimi arttırmışken Muz Sesleri'ni tekrar elime almak iyi olabilir diye düşündüm ve bu defa kısa süre içinde romanı bitirdim.

Kitabın ilk bölümünde Beyrut'ta bir apartmanda yaşayan birbirinden çok farklı siyasi, etnik ve dini kökenlere sahip olan bir grup insanın hikayelerine ve savaşın üzerilerinde bıraktığı etkiye tanık oluyoruz. Bu apartmanda yaşayan Zeynab Hanım'ın Filipinli hizmetçisi Filipina'ya babası Doktor Hamza'nın savaş sırasında Şatila Kampından yazdığı mektuplar yaşanan savaşın tanığı olarak karşımızda duruyor. Ayrıca İngiltere'de Ortadoğu ve İslam çalışmaları üzerine doktora tezi yazmaya çalışan Deniz'in hikayesi de anlatılıyor bir yandan.  Türkiye'nin Doğu'ya mı Batı'ya mı ait olduğunu bilemeyen melezliği Deniz'in doktora tezini ve hayatını çıkmaza sokuyor. Bu bölümlerde Batı ve Doğu kültürü arasındaki farklılıklar üzerinde çok güzel tespitler yapılmış. Kitabın ikinci bölümündeyse kitabın kahramanlarının bir araya gelmesi ve bu Ortadoğu romanının o sırada Beyrut'ta olmayan yazarı Ziad tarafından yazılması işlenmiş.

Ece Temelkuran'ın köşe yazılarını ve kitaplarını takip eden bir okuyucusu olarak Muz Sesleri beni şaşırtmadı diyebilirim. Yazılarında her zaman edebi bir dil kullamayı seçen Temelkuran'nın roman dünyasına çok yakıştığını düşünüyorum. Böyle Ortadoğu'nun sesi olmaya devam etmesini ve sizin de bu sese kulak vermenizi temenni ederim.



18 Nisan 2013 Perşembe

Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk


Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk

“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” gibi vurucu bir cümleyle başlıyor kitap ve daha ilk cümlesinden okuyucuyu mutluluk üzerine düşünmeye sevk ediyor. 

Masumiyet Müzesi, tipik bir Orhan Pamuk karakteri olan zengin Nişantaşılı bir ailenin oğlu hassas ve duygusal Kemal ile uzak bir akrabalarının kızı güzeller güzeli Füsun’a duyduğu tutkunun hikayesini anlatıyor. Hayatın bolluk içinde geçtiği bir dönemden geçen Kemal’in hayatında hem güzel, eğitimli ve iyi bir aileden gelen, nişanlanmak üzere olduğu sevgilisi Sibel, hem de özgürce cinselliği yaşadığı tutkulu aşkı Füsun vardır. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen başdöndürücü günlerin sona ermesi üzerine Kemal o hep en çok mutlu olduğu ana dönmek için çabalar. Bunun için bulduğu yol Füsun’un kokusunun sindiği eşyaları toplamak ve onu hayal etmektir. Böylelikle Kemal Füsun koleksiyonunun ilk parçalarını toplamaya başlar. Yıllarca devam eden ve hiç azalmayan bu tutkusu nedeniyle topladığı eşyalardan Masumiyet Müzesini kurmaya ve kitabını yazdırmaya karar verir.

Peki neden Masumiyet Müzesi demiş bu müzeye Kemal bey, tutku, aşk, Füsun'un müzesi de olabilirmiş diyebilirsiniz. Açıkçası ben de kitabı okumaya başladığımda masumiyet olarak adlandırılabilecek bir şey görememiştim, ancak ilerleyen sayfalarda Kemal'in pek çok kişinin imrendiği hayatından vazgeçip Füsun'u ve mutluluk anlarını geri getirebilmek için çabalaması Kemal'in masumiyetine okuyucuyu fazlasıyla ikna ediyor.

Kitap, Kemal'in topladığı eşyaları sergileyeceği müzenin rehberi olarak düşünülmüş. Her bir bölümde toplanan eşyaların hikayesi anlatılmış. Geçtiğimiz yıl Çukurcuma'da açılan müzede eşyalar, kitapta anlatıldığı gibi bölüm bölüm sergileniyormuş. Müzeyi özellikle Füsun'un kayıp küpesini, Jenny Colon marka çantayı ve Kemal'in yürüttüğü çeşit çeşit köpek biblolarını görmek için en yakın zamanda ziyaret edeceğim.

14 Nisan 2013 Pazar

bloglovin

<a href="http://www.bloglovin.com/blog/7009345/?claim=x6p6pmj8tkb">Follow my blog with Bloglovin</a>

10 Nisan 2013 Çarşamba

Taksim Gezi Parkı Festivali

AKM, Emek Sineması derken Taksim Gezi Parkı da rantçılardan nasibini almak üzere. İstanbul'un kalbi olarak görülen Taksim'in göbeğindeki bu yeşillik alana kafayı takan başımızdaki rantçılar tarihe çok sahip çıkmasını bilirlermiş gibi yıkılan Topçu Kışlası'nı tekrar inşa edecekleri yalanını halkımıza yutturmaya çalışıyor. Yapılacak binanın ne olacağı yani hangi kodamanın AVMsi olacağı şimdilik muamma.

Selçuk Erdem Penguen

Bu gidişe bir dur demek, "Taksim ne bazı kodamanların ne petrol zengini turistlerin, Taksim İstanbulundur." demek için 13 Nisanda Taksim Gezi Parkı festivaline davetlisiniz. Gezi Parkını korumak amacıyla kurulan derneğin organize ettiği etkinliğe bir çok sanatçı ve topluluk destek veriyor. Akşam gerçekleşecek konserlerde Bulutsuzluk Özlemi, Korhan Futacı, Yasemin Mori ve Büyük Ev Ablukada sahne alacakmış. 1. Taksim Gezi Parkı Festivalinin ayrıntılı programı aşağıda verilmiştir.


Program

12.00 - Festival Açılışı (Milletvekilleri, sanatçılar, basın ve halkın katılımıyla)

12.00 - 18.00 - Gündüz Sahnesi

ENTEGRE Sokak İşi Performans Topluluğu
KOMİK GÜNLER Müzik Topluluğu
SAMBİSTANBUL Perküsyon Topluluğu
AHMET BEYLER Müzik Grubu
KABİLE Juggling Topluluğu
SAHNE HAL Tiyatrosu
ÇIPLAK AYAKLAR Kumpanyası
CANDAN BAŞ Dans Sanatçısı
ÇETE Tiyatro Performans
İLKER KILIÇER Pandomim Sanatçısı
MUZİKA RETORİKA Kabere Topluluğu

18.00 - 24.00 - Akşam Sahnesi

SATTAS REGGAE BAND - 18.00
KOLEKTİF İSTANBUL - 18.35
TAHRİBAD-I İSYAN - 19.10
BULUTSUZLUK ÖZLEMİ - 19.45
YASEMİN MORİ - 20.20
LUXUS - 20.55
KORHAN FUTACI - 21.30
YAŞAR KURT - 22.05
BÜYÜK EV ABLUKADA - 22.40
YOLDA - 23.15

8 Nisan 2013 Pazartesi

Rahmi M. Koç Müzesi

Yıllardır varlığından haberdar olduğum, kaç defa önünden geçip bir gün gezsek şu müzeyi dediğim Rahmi M. Koç Müzesi'ne geçtiğimiz hafta bir arkadaşımın kültürel etkinlik yapalım diye tutturması üzerine gitmeye karar verdik. Koleksiyonların büyük kısmının Tarihi Hasköy tersanesinde açık ve kapalı alanlarda sergilendiği müzeyi havaların ısındığı bugünlerde gezmek çok keyifli oldu.

Rahmi M. Koç Müzesi

Müze, her yaştan ziyaretçinin ilgisini çekebilecek şekilde düzenlenmiş. Mesela müze girişinin iki yanında uzanan salonlarda bulunan, ışıl ışıl parlayan klasik araba koleksiyonları herkes için oldukça ilgi çekici. Klasik modellerin dışında ilk otomobil örneklerinden olan buharlı otomobilleri de görebilirsiniz.






Rahmi M. Koç Müzesi
Tersanenin limanında ve kapalı salonlarda sergilenen denizcilik koleksiyonu ahşap kayıklardan, Türk takasına, Fenerbahçe vapuruna uzanan parçalarıyla müzenin bir diğer gezmekten keyif aldığım bölümü. Burada Türk donanmasında görev almış TCG Uluçalireis denizaltısı da gezilebiliyor. Girişte biletlerimizi alırken ekstra bir ücret ödeyerek rezervasyon yaptırdığımız rehber eşliğinde denizaltı gezisi bizim için ilginç bir deneyim oldu.



Müzenin hediyelik eşya dükkanına da çıkışta mutlaka uğrayın. Müzede sergilenen parçaların model oyuncaklarını buradan edinebilirsiniz, ancak malum biraz pahalı. Ben günümüzde kullanılan iki tekerlekli bisikletlerin atası sayılan ilginç bisikletin resminin parşömen üzerine basılı olduğu bir kitap ayracı aldım. Müzenin içindeki makinalarda kendi hatıra paranızı hazırlayabiliyorsunuz.





5 Nisan 2013 Cuma

Moonrise Kingdom (2012)

Wes Anderson’ın iki sorunlu çocuğun aşk hikayesini anlattığı 1960’larda geçen filmi Moonrise Kingdom, oyuncuları, görselliği ve müzikleri ile en favori filmlerim arasına ilk sıralardan bir giriş yaptı diyebilirim. Filmde iki sevimli ve yetenekli çocuk oyuncu Jared Gilman ve Kara Hayward’a usta oyuncular Edward Norton, Bruce Willis, Bill Murray, Frances McDormand, Tilda Swinton ve tabi ki bir Wes Anderson klasiği olarak Jason Schwatzman eşlik ediyor. 

moonrise kingdom

Küçük izci Sam Shakusky’nin kamp yaptıkları adada yaşayan Suzy Bishop ile yaşadıkları masum bir o kadar da heyecanlı aşk ve firar hikayelerini izliyoruz filmde. Anne ve babasını bir kazada kaybeden Sam, koruyucu ailelerin yanında yaşayan, çevresi tarafından sevilmeyen bir çocuktur. Suzy, mutsuz anne babası ve üç küçük kardeşi ile birlikte Penzance Adası’nda yaşamaktadır. Suzy de Sam gibi yaşıtlarıyla anlaşamayan, ciddi ve olgun bir kızdır.

Adanın kilisesinde düzenlenen gösteri sırasında kuş kostümleri giyen kızların hazırladığı kulise dalan Sam, Suzy’i fark eder. Bu ilk karşılaşmalarında Sam’in Suzy’e “What kind of bird are you?” diye sorması (dünyanın en sevimli tanışma sorusu olsa gerek) üzerine tanışırlar. Hayatın erken olgunlaştırdığı Sam’in konuya direkt girmeyi seven bir tarzı var. İkilinin bu şekilde başlayan arkadaşlıkları mektuplaşma şeklinde devam eder ve birbirlerinin ne kadar mutsuz olduğunu görünce sıkı bir kaçış planı yaparlar. Ancak iki küçük çocuğun ortadan kaybolması üzerine hemen Suzy’nin ailesi, kamp lideri ve diğer izciler, ada polisi ve sosyal servis peşlerine düşer ve adada heyecanlı bir kovalamaca başlar.

Moonrise Kingdom
Moonrise Kingdom

Filmde tüm karakterler, dekorlar ve kostümler o kadar özenerek hazırlanmış ki hangi birini anlatsam bilemiyorum. Suzy’nin evden kaçarken yanına aldığı kitapların kapakları bile özel olarak tasarlanmış. Bu görsel güzelliğe eşlik eden müzikler de filmin tadını kat kat arttırıyor. Wes Anderson’ın son filmi Fantastic Mr. Fox’da birlikte çalıştığı Alexandre Desplat’ın bestelediği yedi bölümden oluşan hava koşullarına göre coşkusu değişen müzikleri sahnelerle müthiş bir bütünlük sağlıyor. Filmin öne çıkan ve kafamda filmle bütünleşen soundtracklerinden Françoise Hardy’nin  seslendirdiği Le temps de l'amour benim gibi tekrar tekrar dinlemek isteyenler için aşağıda verilmiştir.


26 Mart 2013 Salı

Mi Minör - Müzikli iktidar oyunu


Geçtiğimiz haftasonu ilk gösterimlerinden beri merakla takip ettiğim müzikli iktidar oyunu Mi Minör’ü seyretmeye gittim. Mi Minör, kendine özgür ülke Pinima'da geçen iki saatlik bir oyun. Pinima ülkesinde hayat, twitter ve facebook sayfaları üzerinden  dijital olarak sürekli devam ediyor. Oyun sırasında da sosyal medya araçlarını kullanarak dışarıdan oyuna katılmak mümkün. Oyuna gelenler için iki seçenek var: isterlerse oyunda yer alabilirler ya da seyirci kalabilirler. Yani Pinima'da her şey gerçek hayatta olduğu gibi.

pinima
Kapıdan girer girmez, yani sınırı geçer geçmez aslında oyun başlıyor. Pinima halkı meydanda dolaşırken kendi aralarında konuşuyorlar. Ara sıra biz turistlere de laf atıyorlar. Pinima habercisi meydanda gazete satıyor. Yansıtılan ekranda Pinima kanallarının dizileri ve reklamlar gösteriliyor. Böyle böyle Pinima’nın sosyal ve kültürel değerleri hakkında fikirleriniz oluşuyor. Mesela ilk göze çarpan, Pinima’da kadınlara çok önem veriliyor. Her şey kadınların ahlakının ve namusunun korunması üzerine düzenlenmiş. Dondurma yasağı bu düzenlemelerden biri. Zaten en büyük tehdit olan uzaylıların da öncelikli hedefi kadınlar.



Pinima Başkanı (Memet Ali Alabora) düzenli olarak kürsüden Pinima halkına sesleniyor. Bu seslenişler sırasında Başkan’ın liderlik karizmasına kapılmamak elde değil (hatta yanımdaki arkadaşıma baktım, kapıldı gidiyor).  Başkan’ın tek endişesi var halkının huzuru ve mutluluğu. Bunu sağlamak için uyumadan sürekli çalışıyor, yeni fikirler, projeler üretiyor. Eğer gerekli görürse halkın mutluluğu için sınırlamalar da getiriyor. Düşünmelerine zaten gerek yok, Başkan onlar yerine düşünüyor. Başkan’ı daha yakından tanımak isterseniz Evrensel gazetesine verdiği röportajı okuyabilirsiniz.

mi minör

Bir de baskılara boyun eğmeyen Mi Minör Pianist (Pınar Öğün) var. Seyirciyi Başkan’a karşı isyan ettirmek için arkadaşları ile birlikte durmadan çalışıyor. Piyano çalıyor, şarkılar söylüyor, dans ediyor. Bir yandan tüm dünyaya sesini duyurabilmek için olayları kaydediyor ve insanlara anlatıyor. Başkanı mı destekleyeceksiniz yoksa Pianist ile birlikte baskılara direnecek misiniz size kalmış. Yalnız direnmeyi seçiyorsanız Pinima polisinin müdahalesine hazırlıklı olun, hiç şakaları yok. Biz zaman zaman polisten cop da yedik, ıslandık da.

Mi Minör tiyatronun çok ötesinde bir şey. Bütünüyle bir başkaldırı, son zamanlarda gördüğüm en cesurca hareket. Demokrasi, özgürlük, eşitlik, kadın hakları gibi toplumun her türlü kanayan yarası Mi Minör’de nasibini alıyor. Özellikle kadın hak ve özgürlükleri konusunu ele alış biçimleri beni çok etkiledi. Pianistin bir kadın olarak isyanına toplumun tepkisi aslında hiç yabancısı olmadığımız bir durum olsa da gerçeklerle yüzleşmek insanın içini ürpertiyor. Bu nedenle herkesin gidip görmesi ve yüzleşmesi gereken bir oyun olduğunu düşünüyorum.

20 Mart 2013 Çarşamba

Ruby Sparks (2012)


Little Miss Sunshine (2006) filmi ile kalbimizi kazanan ikili Jonathan Daytan and Valerie Faris’in son filmi Ruby Sparks yine aynı sıcaklığı ve samimiyeti yansıtarak benim beğenimi kazandı. Little Miss Sunshine’nın abisi olarak tanıdığımız Paul Duno, bu filmde huysuz yazar Calvin rolünde karşımıza çıkıyor.

19 yaşında yazdığı ilk romanıyla ünlenen Calvin, erkek kardeşi Harry, yayıncısı Cyrus ve terapistinden oluşan bir sosyal çevrede yaşamaktadır. Biraz sosyalleşebilmek için edindiği köpeği Scootty’nin bile davranışlarını eleştirmekte ve içten içe ondan nefret etmektedir.  Kardeşi Harry bu durumun ancak Calvin'in bir kız arkadaş bulması ile çözüleceğine inanmaktadır. Bir yandan ise yayıncısı, Calvin’in bir daha ilk romanı gibi bir roman yazamayacağını düşünmektedir. Calvin, bir gün rüyasında gördüğü bir kız hakkında yazmaya başlar ve sonra bu kıza aşık olur. Bir sabah dairesinde karşısına çıkan hayali sevgilisi Ruby Sparks’ı gördüğünde aklını kaçırdığını düşünür.


Ruby Sparks eğlenceli, enerjik, doğal, sevgi dolu, kendine özgü bir güzelliği ve tarzı olan bir kızdır. Yani Calvin'in onun gerçekliğine inanamaması normal karşılanabilir. Ruby'nin gerçekliği sorusu şöyle bir kenarda dursun, Calvin Ruby ile hayatının en büyük ve gerçek aşkını yaşamaktadır.



Açıkçası filme başta biraz önyargıyla yaklaşmıştım, hayali bir karakter ile yaşanan aşk hikayesi bana anlamsız gelmişti. İzledikten sonraki yorumum ise, ilişkiler üzerine anlamlı bir mesaj taşıyan bir film olduğu. Sevgilinizin özelliklerini değiştirmek için elinizde bir güç olsaydı siz ne yapardınız? Büyük ihtimalle bu gücü kullanırdınız, peki yaptığınızın yanlış olduğunun ne zaman farkına varırdınız?


Filmin senaryosunu Ruby Sparks karakterini canlandıran Zoe Kazan yazmış. Film boyunca Ruby ile Calvin’in birbirlerine ne kadar çok yakıştıklarını düşündükten sonra öğrendim ki Zoe Kazan ve Paul Duno zaten gerçek hayatlarında da birliktelermiş (magazine bağlarım hemen). Bu da ikilinin çok rahat ve doğal hareketlerini açıklıyor. Filmde ayrıca Antonio Banderas’ın da küçük bir rolü var.

19 Mart 2013 Salı

MUBI


Bu yazımda online film izleme platformu MUBI’den bahsetmek istiyorum. 2007 yılında Efe Çakarel tarafından hayata geçirilen proje, bugün Türkiye dahil olmak üzere 177 ülkede online film yayını yapıyor. Her gün yeni bir film yüklendiği siteye bir haftalık ücretsiz üye olunabiliyor. Aylık üyelik ücreti Türkiye’de 4.99 TL.


MUBI, hangi filmi izlesem derdi olmadan, sıradışı film keşifleri yapmak isteyenler için çok mantıklı bir seçenek oluşturuyor. Filmler, orijinal dillerinde ve altyazılı olarak yayınlanıyor. Tüm Dünya sinemasından örnekler sunan siteden ben de oldukça sebeplendim. Mister Foe (2007), In search of a midnight kiss (2007), Le concert (2009), Exils (2004) gibi çok keyif aldığım yapımları bu sitede izledim. Ayrıca Caramel (2007) ve Where do we go know? (2011) filmlerine hayran kaldığım Lübnan’lı yönetmen ve oyuncu Nadine Labaki’yi de yine MUBI’de keşfettim. Yani oldukça zevkli bir ekip sizin için film seçimleri yapıyor MUBI'de.

Siteye her gün yeni bir film yüklenerek güncelleniyor olsa da, bir süre sonra sürekli aynı filmlerin döndüğünü göreceksiniz. Sitenin kurucusu Efe Çakarel’in bir röportajında anlattığına göre, sitede bir filmi yayınlamaları için gerekli işlemleri yapmaları bir aydan, üç yıla kadar uzayabiliyormuş. Hal böyle olunca sitede aynı filmlerin dönmesi kaçınılmaz olmalı. Benim temennim MUBI’nin film yapım şirketleri ile anlaşmalara vararak, daha çok filmin yayın hakkını elde edebilmesi. Böylece sinemaseverler iyi yapımları festivaller dışında da yasal yollardan izleyebilecekler. 

Sinemaseverler olarak MUBI'yi seviyor ve destekliyoruz.

15 Mart 2013 Cuma

Seven Psychopaths (2012)


2008 yapımı kara mizah filmi In Bruges ile dikkatleri çeken yönetmen ve senarist Martin McDonagh’ın son filmi Seven Psychopaths, benim gibi sevenlerini epey bir heyecanlandırmış olmalı. Yönetmenin bu filminin de baş rolünü İrlandalı oyuncu Colin Farrell’ın oynaması sevincimi ikiye katladı.


Yedi tane psikopatın yer aldığı bir senaryo yazması gereken Marty karakterleri bulmakta sorun yaşamaktadır. Hollywood klişelerine benzemeyen, sevgi ve barış içinde yaşayan psikopatlar yaratmaya çalışan Marty'nin durumu pek parlak değildir. Marty durumun farkında olan en yakın arkadaşı Billy'nin (Sam Rockwell) yardım tekliflerini kabul etmez. Köpekleri kaçırıp sahiplerinden ödül parası koparmak gibi ufak tefek yasadışı işler ile geçinen Billy ve arkadaşı Hans (Christopher Walken), bir mafya babasına ait olan Shih Tzu cinsi köpeği kaçırınca işler karışır. Köpeğin sahibi Charles Costello (Woody Harrelson) ve adamları bu üçlünün peşine düşerler. Senaryoyu yazmakta güçlük çeken Marty hiç istemediği kadar psikopatın içine düşmüştür. Mafya hesaplaşmasına dönüşen filmin nasıl biteceğine kafa yormak kalmıştır sadece, Billy ve Hans bu konuda da oldukça yardımcıdırlar.



  
Seven psychopats, In Bruges gibi ince zevki olan bir kara mizah örneği olamasa da gevezelikleri ve kanlı vurulma sahneleri ile McDonagh’ın tarzını yansıtıyor. Kalabalık bir kadro ve hikaye içinde geçen hikayeler ile zor bir senaryonun altından ustalıkla kalkılmış olduğunu düşünüyorum.Yönetmenin 2004 yılında en iyi kısa film Oscarı'nı alan filmi Six Shooter’ı da en yakın zamanda izlemeyi planlıyorum.


14 Mart 2013 Perşembe

Berlin Duvarı - bir film, bir kitap


Bu yazımda belli bir şehirde, belli bir dönemde geçen sevdiğim eserleri anlatmak istiyorum. Şehrimiz Almanya’nın metropolü Berlin. 2. Dünya savaşında yenik düşen Almanya’nın işgal altındaki Berlin kentinde 1961 yılında sosyalist Doğu Almanya vatandaşlarının kapitalist Batı Almanya’ya kaçmalarını engelleyen bir duvar örülmüştür. 1989 yılına kadar doğu-batı sınırı olarak işlev gören bu duvarın varlığı Doğu Almanya hükümetinin kararı sonucunda önce işlevsel olarak, sonra da fiziksel olarak son bulmuştur. 28 yıl boyunca bir sadece bir şehri değil, bir toplumu da bölen duvar birçok filme ve kitaba ilham kaynağı olmuştur. Ben de bu yazımda bu eserlerden iki tanesini inceleyeceğim.


Berlin hakkında yazmaya karar verdiğimde aklıma gelen ilk film Good Bye Lenin! oldu. Zaten iki kere izlemiş olduğum filmi yazıyı yazmak için tekrar izledim ve bir dakikasında dahi sıkılmadım. Temelde Doğu Berlin’de yaşayan bir ailenin annelerinin hastalanması ve duvarın yıkılması sonucunda yaşadıklarını anlatsa da, dönemin siyasal ve toplumsal dönüşümlerini göz önüne sererek hatta gerçek görüntüler de kullanarak bu dönemi en iyi anlatan filmlerden biridir.

Doğu Almanya’da yaşayan Alexander ve Ariane adlı iki kardeşin babaları 1978 yılında Batı Almanya’ya kaçar. Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne (DDR) gönülden bağlı olan anneleri Christiane bu durumu kaldıramaz. Ağır bir depresyon geçiren anne iyileştikten sonra bir daha babalarından bahsetmez ve vatanıyla evlenir. Sosyalist düzen ile toplumun kalkınması üzerine çalışır. 1989 yılında DDR’ın 40. yılı sokaklarda tanklar ile kutlanırken, halk artık değişim istemektedir.  Alex o gece rejim karşıtı halkın duvarın kaldırılması için yaptığı eyleme katılmıştır. DDR’ın 40. yılı şerefine yapılacak kutlamaya giden Christiane, yolda polisin müdahale ettiği eylemciler arasında Alex’i görür. Bu şokun üzerine oracıkta kalp krizi geçirir.


Kalp krizi sonucunda komaya giren Christiane uyurken, ülkesinde büyük değişiklikler olur. Önce ülkelerini kapitalist dünyadan koruyan duvar kaldırılır, sonra inandığı hükumetin üyeleri teker teker istifa ederler. Bu sırada hormonlarının idaresinde olan Alex’in hayatında da değişiklikler olur. Annesi ile ilgilenen güzel hemşire Lara’yla ilk romantik randevuları gerçekleşir. 8 ay sonunda anneleri komadan uyanır, ancak hala risk altındadır ve en ufak bir heyecan ölümle sonuçlanabilir. Doktorun tavsiyesine göre hastanede bakılması gereken Christiane, Alex’in hastanede annesinin ülkenin durumundan haberdar olabileceği endişesi nedeniyle eve çıkartılır.


Alex annesinin odasının dekorasyonunu eski haline getirmeyi başarsa da, artık batı kanallarının izlendiği, Coca Cola reklam afişlerinin duvarlara asıldığı, marketlerde ithal malların satıldığı yeni ülkelerinde annelerini gerçeklerden uzak tutmak hiç kolay olmayacaktır. Bu durumda Alex’in insanüstü bir çabayla yaptıkları, kardeşi Ariane ve kız arkadaşı Lara tarafından delilik olarak görülmektedir. Film çekme arzusuyla yanıp tutuşan arkadaşı Denis ile annesine izletmek için hazırladıkları haber bültenleri bana göre de biraz delilik, ama çok da eğlenceli.


Good Bye Lenin’i dönem filmi olarak sunmuş olsam da, aile ve fedakârlık üzerine izlediğim en duygusal film olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Daniel Brühl’ün canlandırdığı Alex karakterine de sinema tarihinin en hayırlı evladı ödülünü veriyorum.




Tanıtacağım ikinci eser ise bir kitap: Selam Berlin. Berlin seyahatimden kısa bir süre sonra kütüphaneye kitap almak için girmiştim. Teneke trampeti almak için Alman edebiyatının bulunduğu raflara yönelmişim ki rafta bu kitabı gördüm. Sonuç olarak Teneke Trampet ve Selam Berlin’i ödünç alarak kütüphaneden ayrıldım ve Selam Berlin’i hemen okumaya başladım.

2004 yılında Almanya’da ödül alan Selam Berlin Almanca olarak Yade Kara tarafından yazılmış. Türkçe baskısı İnkılap Yayınlarından 2005 yılında çıkmış. Yade Kara hakkında fazla bilgi bulamasam da – var ancak Almanca – bu ilk eseriyle Türk-Alman kültür alışverişi konusunda önemli bir isim olarak kabul ediliyor.


Hikaye Good Bye Lenin filmi ile aynı dönemde yani duvar yıkıldıktan sonra geçiyor. Duvarın yıkılması hayatlarında büyük değişiklere yol açan Türk bir aileyi anlatıyor. Ancak bu aile Batı Almanya’da yani kapitalist kesimde yaşıyor. Hikayemizin kahramanı Hasan Kazan Almanya’da ikinci kuşak bir Türk gencidir. Babası erkek kardeşi ile birlikte Berlin’de kurduğu turizm acentesini işletmektedir. Almanya’da doğup büyüyen Hasan, hiçbir zaman Berlin’i sevemeyen tam bir İstanbul aşığı olan annesi ve kardeşi ile birlikte İstanbul’a gönderilir. Liseyi İstanbul’da okuyan Hasan annesinin aksine İstanbul’dan nefret etmekte ve Berlin’deki özgür hayatını özlemektedir. Üniversite okumak bahanesiyle Berlin’e geri döner. Annesi ile babasının sürpriz bir şekilde ayrılmasına neden olan duvarın yıkılması sadece onların değil şehirdeki tüm insanların hayatını değiştirmiştir. Artık vize gerektirmeyen doğu-batı Berlin arası geçişler - ki bu geçmişteki vize işlemleri, yazımın devamında anlatacağım eserden öğrendiğim kadarıyla öyle ülkeler arası vize işlemlerine hiç benzememektedir.- şehrin batı yani zengin kısmının oldukça kalabalıklaşmasına ve şehrin profilinin batılılara göre kötü yönde değişmesine sebep olmuştur.  İş için Doğu Berlin’e sık sık seyahat eden babasının aksine Hasan hiç duvarın ötesine geçmemiştir. Şehrin diğer tarafını keşfe çıkan Hasan doğuda bir üniversiteye kayıt yaptırmak ister ancak kapitalist ülkelerin vatandaşlarına uygulanan yüksek harçlar sebebiyle çok da meraklısı olmadığı üniversiteye gidemez. Babasıyla yaşadığı sorunlar nedeniyle evinde kalamayan Hasan kuzeninden destek görür. Türk baba ve Alman annenin çocuğu olan bu kız da ilginç bir karakterdir. Hiç bilmediği bizim şark kültürüne karşı aşırı sempati duyar, hatta odasına “Burka is sexy.” yazan bir poster asmıştır. Evsiz ve işsiz olan Hasan Berlin’de hayat kavgası verirken yeni ortamlara girip yeni insanlar tanıyacak kendisi ve ailesi hakkında hiç bilmediği gerçekleri öğrenecek ve aşkı keşfedecektir.

Kitap bende olmadığı ve okuyalı epey bir zaman geçtiği için ayrıntılı bir inceleme olmadı ne yazık ki. Aklımda kalanlarla bende güzel bir tat bırakan bir romandır Selam Berlin. Bu da bir roman için güzel bir özellik olsa gerek. Teneke Trampet ne oldu diye siz sormadan söyleyeyim, okumak kısmet olmadı henüz.

12 Mart 2013 Salı

Je vais bien, ne t'en fais pas


Mélanie Laurent’in  Beginners (2010) ve Inglourious Basterds (2009) gibi daha populer yapımlarda yer almadan önce baş rolunu oynadığı çok naif bir Fransız filmi Je vais bien, ne t'en fais pas (2006). Film “Endişelenme, ben iyiyim” anlamına gelen başlığıyla basit bir konuyu yine sade bir senaryo ve oyunculuklarla işleyerek beğenimi kazandı.


Yaz tatili için gittiği İspanya’dan dönen Lili’yi evde kötü bir sürpriz beklemektedir. Aşırı derecede bağlı olduğu ikiz erkek kardeşi Loic babasıyla odasının dağınıklığı yüzünden ettiği bir kavga sebebiyle evden ayrılmıştır. Ayrılırken sadece akustik gitarını yanına almış ve Lili’ye bir not dahi bırakmamıştır. Şu an nerede olduğunu bilmeyen ebeveynlerinin kayıtsızlığı Lili’yi çok rahatsız etmekte ve şüphe duymasına yol açmaktadır. Ne koşulda olursa olsun kendisini arayacağına inandığı kardeşinin, bıraktığı sesli mesajlara bile cevap vermemesi Lili’yi çok üzmektedir.


Tatilde tanıştığı siyahi genç kadın Lea ve onun erkek arkadaşı sevimli ve anlayışlı Thomas, Lili’nin kardeşinden haber alamasından kaynaklanan derin üzüntüsünü teselli etmeye çalışmaktadır. Loic’ten haber alamadan geçirdiği günler Lili’nin sağlığının bozulmasına neden olur ve ailesi tarafından bir psikiyatri kliniğine yatırılır. Durumunda iyileşme olmayan Lili’nin umutsuzluğunu gören Lea ve Thomas Lili’nin hastaneden kaçırmaya kalkışırlar. Kardeşinden kartpostallar almaya başlayan Lili kendini toparlar ve taburcu olur. Hayatına devam etmeye çabalayan Lili, duruşunu takdir ettiği Lea gibi kendi ayaklarının üstünde durmaya karar verir ve evden ayrılır. Tabi ki Lea ve Thomas, hala kardeşi için endişelen ve onu arayan Lili’nin yanında olmaya devam ederler.


Je vais bien, ne t'en fais pas sıradan bir aile dramını anlatmıyor. İçinde hem hüznü, hem de umudu barındırıyor. Filmin ağlatırken, mutlu da eden bir tarafı var. Ayrıca  insanın içine o kadar işliyor ki bir süre etkisinde kalıyorsunuz yarı hüzünlü yarı mutlu vaziyette. Doğallığı ve sade güzelliği ile oyunculuğuna doyum olmayan MélanieLaurent filmin duygusunu seyirciye taşımadaki becerisi filmin başarısının sebeplerinden biri bence. Filmde Loic’in evden ayrılmadan önce kaydettiği Lili için yaptığı bestesi AaRON’ın yorumuyla U turn filmi sevmek için başlı başına bir neden oluşturuyor.  Filmin hoşuma giden daha bir çok yeri var, ancak spoiler vermekten çekindiğim için burada bırakıyorum. Sadece şunu söyleyebilirim ki izlemeden bu kadarını bilin, ama daha fazlasını bekleyin.



11 Mart 2013 Pazartesi

Profesyonel


İstanbul Devlet Tiyatrosun’da 2009-2010 sezonundan beri sahnelenen, bilet bulmanın epey zor olduğu oyunu Profesyonel’i sonunda izlemiş bulunmaktayım. Bülent Emin Yarar ile Yetkin Dikinciler’in baş rollerini paylaştığı oyun gerçekten tüm övgüleri ve gösterilen ilgiyi hak ediyor. Sırp yazar Duşan Kovaçevic’in kaleme aldığı oyun Yugoslavya’daki siyasi dönüşümü bir aydın ve bir polis memurunun ortak hikayeleri üzerinden ince bir hicivle eleştiriyor. Yönetmen Işıl Kasapoğlu ve hem yönetmen yardımcısı hem oyuncu Gülen Çehreli çok başarılı bir işe imza atmışlar. 

Bir yayın evinin müdürü olan Teodor Kray, yazdığı iki tane eseriyle kendisini verimsiz bir edebiyat adamı olarak görmektedir. Günlerini çoğunlukla yayın evine kitap gönderen yazar adayları ile mücadele ederek geçirmektedir. Bir gün yayın evine pek de yazara benzemeyen, kocaman bir bavul ve evrak çantası taşıyan bir adam gelir. Teodor Kray kendisine annesinin seslendiği gibi Teya diyen bu yabancı karşısında şaşkına döner. Ancak bu emekli polis memuru Luka’nın Teya’nın hayat öyküsü hakkında anlatacaklarının sadece başlangıcıdır.

istanbul devlet tiyatrosu


Son derece sade bir dekorla döşenmiş sahnede oyuncular hikayeyi o kadar hissederek anlatıyorlar ki seyirciler onları bazen bir tren vagonunda, bazense bir barda sarhoşken görebiliyorlar. Yan odadan gelen balkan müzikleri de seyirciyi o coğrafyaya taşımaya yardımcı oluyor. Yetkin Dikinciler’in performansında karşılıklı diyaloglarında yanında parantez içi cümlelerin de yer alması oyuna güzel bir renk katıyor. Bülent Emin Yarar’ın canlandırdığı Luka ise mutlaka izlenmesi gereken, inanılmaz eğlenceli bir karakter olmuş.

istanbul devlet tiyatrosu





Açılış

Yepyeni kültür sanat blogu Açık perdelere hoşgeldiniz. Pek yakında sinema, edebiyat, tiyatro ve etkinlik yazılarım ile karşınızda olacağız. Perdelerimizi açalım lütfen.