Bu yazımda belli bir şehirde, belli bir
dönemde geçen sevdiğim eserleri anlatmak istiyorum. Şehrimiz Almanya’nın
metropolü Berlin. 2. Dünya savaşında yenik düşen Almanya’nın işgal altındaki
Berlin kentinde 1961 yılında sosyalist Doğu Almanya vatandaşlarının kapitalist Batı
Almanya’ya kaçmalarını engelleyen bir duvar örülmüştür. 1989 yılına kadar
doğu-batı sınırı olarak işlev gören bu duvarın varlığı Doğu Almanya hükümetinin
kararı sonucunda önce işlevsel olarak, sonra da fiziksel olarak son bulmuştur.
28 yıl boyunca bir sadece bir şehri değil, bir toplumu da bölen duvar birçok
filme ve kitaba ilham kaynağı olmuştur. Ben de bu yazımda bu eserlerden iki
tanesini inceleyeceğim.
Berlin hakkında yazmaya karar verdiğimde aklıma
gelen ilk film Good Bye Lenin! oldu. Zaten iki kere izlemiş olduğum filmi yazıyı
yazmak için tekrar izledim ve bir dakikasında dahi sıkılmadım. Temelde Doğu
Berlin’de yaşayan bir ailenin annelerinin hastalanması ve duvarın yıkılması sonucunda yaşadıklarını anlatsa da, dönemin siyasal ve toplumsal dönüşümlerini göz önüne
sererek hatta gerçek görüntüler de kullanarak bu dönemi en iyi anlatan filmlerden
biridir.
Doğu Almanya’da yaşayan Alexander ve Ariane
adlı iki kardeşin babaları 1978 yılında Batı Almanya’ya kaçar. Alman Demokratik
Cumhuriyeti’ne (DDR) gönülden bağlı olan anneleri Christiane bu durumu
kaldıramaz. Ağır bir depresyon geçiren anne iyileştikten sonra bir daha
babalarından bahsetmez ve vatanıyla evlenir. Sosyalist düzen ile toplumun
kalkınması üzerine çalışır. 1989 yılında DDR’ın 40. yılı sokaklarda tanklar ile
kutlanırken, halk artık değişim istemektedir.
Alex o gece rejim karşıtı halkın duvarın kaldırılması için yaptığı
eyleme katılmıştır. DDR’ın 40. yılı şerefine yapılacak kutlamaya giden
Christiane, yolda polisin müdahale ettiği eylemciler arasında Alex’i görür. Bu
şokun üzerine oracıkta kalp krizi geçirir.
Kalp krizi sonucunda komaya giren Christiane
uyurken, ülkesinde büyük değişiklikler olur. Önce ülkelerini kapitalist
dünyadan koruyan duvar kaldırılır, sonra inandığı hükumetin üyeleri teker teker
istifa ederler. Bu sırada hormonlarının idaresinde olan Alex’in hayatında da
değişiklikler olur. Annesi ile ilgilenen güzel hemşire Lara’yla ilk romantik
randevuları gerçekleşir. 8 ay sonunda anneleri komadan uyanır, ancak hala risk
altındadır ve en ufak bir heyecan ölümle sonuçlanabilir. Doktorun tavsiyesine
göre hastanede bakılması gereken Christiane, Alex’in hastanede annesinin ülkenin
durumundan haberdar olabileceği endişesi nedeniyle eve çıkartılır.
Alex annesinin odasının dekorasyonunu eski
haline getirmeyi başarsa da, artık batı kanallarının izlendiği, Coca Cola
reklam afişlerinin duvarlara asıldığı, marketlerde ithal malların satıldığı
yeni ülkelerinde annelerini gerçeklerden uzak tutmak hiç kolay olmayacaktır. Bu
durumda Alex’in insanüstü bir çabayla yaptıkları, kardeşi Ariane ve kız
arkadaşı Lara tarafından delilik olarak görülmektedir. Film çekme arzusuyla
yanıp tutuşan arkadaşı Denis ile annesine izletmek için hazırladıkları haber
bültenleri bana göre de biraz delilik, ama çok da eğlenceli.
Good Bye Lenin’i dönem filmi olarak sunmuş
olsam da, aile ve fedakârlık üzerine izlediğim en duygusal film olduğunu
söylemeden geçemeyeceğim. Daniel Brühl’ün
canlandırdığı Alex karakterine de sinema tarihinin en
hayırlı evladı ödülünü veriyorum.
Tanıtacağım ikinci eser ise bir kitap: Selam
Berlin. Berlin seyahatimden kısa bir süre sonra kütüphaneye kitap almak için
girmiştim. Teneke trampeti almak için Alman edebiyatının bulunduğu raflara
yönelmişim ki rafta bu kitabı gördüm. Sonuç olarak Teneke Trampet ve Selam
Berlin’i ödünç alarak kütüphaneden ayrıldım ve Selam Berlin’i hemen okumaya
başladım.
2004 yılında Almanya’da ödül alan Selam
Berlin Almanca olarak Yade Kara tarafından yazılmış. Türkçe baskısı İnkılap
Yayınlarından 2005 yılında çıkmış. Yade Kara hakkında fazla bilgi bulamasam da
– var ancak Almanca – bu ilk eseriyle Türk-Alman kültür alışverişi konusunda
önemli bir isim olarak kabul ediliyor.
Hikaye Good Bye Lenin filmi ile aynı dönemde
yani duvar yıkıldıktan sonra geçiyor. Duvarın yıkılması hayatlarında büyük
değişiklere yol açan Türk bir aileyi anlatıyor. Ancak bu aile Batı Almanya’da
yani kapitalist kesimde yaşıyor. Hikayemizin kahramanı Hasan Kazan Almanya’da
ikinci kuşak bir Türk gencidir. Babası erkek kardeşi ile birlikte Berlin’de kurduğu
turizm acentesini işletmektedir. Almanya’da doğup büyüyen Hasan, hiçbir zaman
Berlin’i sevemeyen tam bir İstanbul aşığı olan annesi ve kardeşi ile birlikte
İstanbul’a gönderilir. Liseyi İstanbul’da okuyan Hasan annesinin aksine
İstanbul’dan nefret etmekte ve Berlin’deki özgür hayatını özlemektedir.
Üniversite okumak bahanesiyle Berlin’e geri döner. Annesi ile babasının sürpriz
bir şekilde ayrılmasına neden olan duvarın yıkılması sadece onların değil
şehirdeki tüm insanların hayatını değiştirmiştir. Artık vize gerektirmeyen
doğu-batı Berlin arası geçişler - ki bu geçmişteki vize işlemleri, yazımın
devamında anlatacağım eserden öğrendiğim kadarıyla öyle ülkeler arası vize
işlemlerine hiç benzememektedir.- şehrin batı yani zengin kısmının oldukça kalabalıklaşmasına
ve şehrin profilinin batılılara göre kötü yönde değişmesine sebep olmuştur. İş için Doğu Berlin’e sık sık seyahat eden
babasının aksine Hasan hiç duvarın ötesine geçmemiştir. Şehrin diğer tarafını
keşfe çıkan Hasan doğuda bir üniversiteye kayıt yaptırmak ister ancak
kapitalist ülkelerin vatandaşlarına uygulanan yüksek harçlar sebebiyle çok da
meraklısı olmadığı üniversiteye gidemez. Babasıyla yaşadığı sorunlar nedeniyle
evinde kalamayan Hasan kuzeninden destek görür. Türk baba ve Alman annenin
çocuğu olan bu kız da ilginç bir karakterdir. Hiç bilmediği bizim şark
kültürüne karşı aşırı sempati duyar, hatta odasına “Burka is sexy.” yazan bir
poster asmıştır. Evsiz ve işsiz olan Hasan Berlin’de hayat kavgası verirken
yeni ortamlara girip yeni insanlar tanıyacak kendisi ve ailesi hakkında hiç
bilmediği gerçekleri öğrenecek ve aşkı keşfedecektir.
Kitap bende olmadığı ve okuyalı epey bir
zaman geçtiği için ayrıntılı bir inceleme olmadı ne yazık ki. Aklımda
kalanlarla bende güzel bir tat bırakan bir romandır Selam Berlin. Bu da bir roman için güzel bir özellik olsa
gerek. Teneke Trampet ne oldu diye siz sormadan söyleyeyim, okumak kısmet
olmadı henüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder